HELEN KELLER’in YAŞAM ÖYKÜSÜ

YAŞAMA SEVİNCİ

             “Güzel bir bahar sabahı evde tek başıma otururken, havayı dolduran güzel kokuyu farkettim. Sanki ilkbaharın ruhu odayı doldurmuştu. “Bu koku nedir?” diye düşündüm. Bahçenin sonunda çitin yanındaki ağaca doğru yürüdüm. Evet işte oradaydı; ılık bahar güneşinin altında, çiçeklerle dolu dalları neredeyse yere değiyordu. Sanki cennetin ağaçlarından biri yeryüzüne taşınmıştı. Orada uzun, çok uzun bir süre oturup kendimi pembe bulutlar içinde bir peri kızı gibi hissettim. Daha sonraki günlerde de cennet ağacımda saatlerce oturup, tatlı düşüncelere dalıp, aydınlık rüyalar gördüm.”

            Bu satırların yazarı Helen Keller, 1880-1968 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir pedagogdur. Onu diğer pedagoglardan farklı kılan, neredeyse doğuştan diyebileceğimiz kör ve sağır olmasıydı. Ondokuz aylıkken geçirdiği bir hastalık sonucu, görme ve işitme yeteneğini yitirmişti. İşitmediği için konuşma yeteneğini de kaybetmişti. Çevresindekileri anlamaktan ve onlar tarafından da anlaşılmaktan yoksun, içinden hiç çıkamayacağı düşünülen karanlık bir hücrede hapisti.

Hastalıktan sonraki birkaç yılı pek hatırlamıyor. Beş yaşındayken, çevresinde neler olup bittiğini farketmeye başlamış. Herşeyi elliyor, her hareketi izliyordu. O dönemdeki duygularını kendisi şöyle anlatıyor: Annemin ve arkadaşlarımın birşey istedikleri zaman benim gibi işaretler yapmadıklarını, ama ağızlarıyla konuştuklarını farkettim. Bazen, birbiri ile konuşan iki insan arasına oturup onların dudaklarına elliyordum. Neler olduğunu anlayamıyordum ve kafam karışıyordu. Ben dudaklarımı oynatıyordum ama birşey olmuyordu. Bu beni o kadar sinirlendiriyordu ki, yorulana kadar tekmeler atıp haykırıyordum.  Zamanla kendimi anlatabilme isteğim arttı. Bildiğim az sayıdaki işaret, gün geçtikçe bana yetmemeye başladı. Kendimi anlatamayınca ağlamaya başlıyor ve sonunda bitkin düşüyordum. Annem ve babam çok üzülüyorlardı. Artık acilen bir iletişim yolu bulmak gerekiyordu, çünkü yaşadığım öfke nöbetleri çok sık gelmeye başlamıştı.”

Keller’in hayatı, yedi yaşında yaşamına giren bir öğretmenle inanılmaz şekilde değişti. Yaptıklarıyla, verdikleriyle ve yaşattıklarıyla bir efsane olan öğretmen Anne Mansfield Sullivan, gerçekten de küçük Helen’in yaşamının dönüm noktası oldu. Anne Sullivan’ın kendisi de kör sayılırdı; çok az görüyordu. İlk karşılaştıkları günü Helen şöyle anlatıyor:  “Yaklaşan adımları hissettim. Annemin geldiğini düşünerek elimi uzattım. Birisi elimi tuttu ve beni kendine çekip kucakladı. Bana herşeyi öğretmeye, daha da önemlisi beni sevmeye gelen kişinin kollarıydı beni saran..”

Küçük Helen’in o günden sonraki yaşamı tamamen değişti. Hapis olduğu karanlık hücreden çıktı ve koşar adımlarla hayat yolunda ilerlemeye başladı. Bayan Sullivan’ın da çabalarıyla hayatı gerçek anlamda sanata dönüştü. Bu değişimi kendi kaleminden izleyelim:  “Ruhumdaki bu uyanıştan sonra, ellerimle bir sürü keşif yapıp, dokunduğum herşeyin adını öğrendim. Elledikçe ve öğrendikçe mutluluğum ve çevremdeki dünya ile barışıklığım artıyordu. Bilgim arttıkça, içinde yaşadığım dünyaya sevgim de arttı. Öğretmenim bana dünyanın şeklinden ve aritmetikten önce, ormanların kokusunu, yerdeki otların ve çiçeklerin ve küçük bir bebek olan kızkardeşimin yumuk ellerinin kıvrımlarındaki güzelliği görmeyi öğretti.”

Anne Sullivan, Helen’e öğretmek istediği nesneleri önce eline veriyor, tanıtıyor, sonra da avucuna o nesneyi  harflerle yazıyordu. Böylece bunu bir oyun haline getirdiler. Kuyunun yanındaki hanımelleri ile kaplı eve doğru yürüdük. Birisi su çekiyordu ve öğretmenim elimi soğuk suyun altına tuttu. Bir elim suyun altındayken, diğer elimin avucuna SU(water) diye yazdı. Kuyunun yanından, içim öğrenme hevesiyle dolu ayrıldım. Herşeyin bir ismi vardı ve her isim de yeni bir düşünceyi birlikte getiriyordu. O gün birsürü kelime öğrendim. Günün sonunda yatağımda yatarken benden daha mutlu bir çocuk olamazdı. Hayatımda ilk kez ertesi günün gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum.

            Helen’in içindeki öğrenme isteği bir kez alevlenmişti. Herşeyi tanımak, öğrenmek, bilmek istiyordu. “Kuzeye yaptığım yolculuğu hatırladıkça, yaşadıklarımın zenginliği ve çeşitliliği beni şaşırtıyordu. Ne yana dönsem bir şey öğrenmiş ve mutlu olmuştum. Bir dakika boş kalmamış, bütün yaşamlarını bir güne sığdırmış böcekler gibi her anımdan yararlanmıştım.”

            Bayan Sullivan’ın yardımıyla Helen, birşeyin daha çok önemli olduğunu öğrendi: Düşünmek… “Yanlışlar yapıyordum. Bayan Sullivan elimi alnıma koydu ve avucuma DÜŞÜN yazdı. Kelimenin anlamının, başımın içinde olan bir olay olduğunu hemen anladım. Uzun bir süre kıpırdamadan oturdum.” O ana kadar bilinçsizce yaptığı şeyin farkına varmış ve ne kadar önemli olduğunu kavramıştı.

             Tüm bu güzellikler içinde mutluluktan uçarak öğreniyor, ama bunları sadece bir eğlence olarak yapmayıp, nesnelerin özüne inmeye çalışıyor, düşünüyor, düşünüyordu… “Varlıkların güzelliği bana onların varoluş nedenlerini öğretti. Gürültücü kurbağalar, utangaçlığı bırakıp elimin içinde öten ağustos böcekleri, yumuşacık civcivler, ağaçlardaki çiçekler, kırlardaki menekşeler, meyve ağaçlarının meyvaları; vızıldayan, mırıldanan ya da öten herşeyin öğrenimimde yeri vardı. Bazan güneş doğarken kalkar ve üstü çiğden sırılsıklam olmuş çimlerle çiçeklerin doldurduğu bahçeye kaçardım. Çok az kişi gülün yumuşaklığına dokunmanın verdiği neşeyi ya da sabah rüzgârında yavaşça sallanan  zambakların güzelliğini bilir.”

Öğrenmenin yüce hazzı yanısıra, yaşamın sanatsal yönünü de yakalamıştı ve bunu da sonuna kadar değerlendiriyordu. “Bir bitkinin büyümesi başka bir dersimizin konusuydu. Bir zambak almış ve bir cam kap içinde güneşe koymuştuk. Kısa zamanda yeşil goncalar çıkmaya başladı. Önce dış taraftaki ince bir parmak şeklindeki yapraklar yavaş yavaş açıldı. Bu yavaşlığın nedeninin, içlerinde sakladıkları güzelliğin hakkını vermek olduğuna inanmıştım.”  “Daima diğerlerinden daha büyük ve daha güzel bir gonca vardır. Kendinden daha az güzel kızkardeşleri şapkalarını utançla eğerken o, zambaklar kraliçesi olduğunun farkında, ipek elbisesini savurarak açılır. Sonunda bütün çiçek bir güzellik ve koku buketi haline gelir.”

            “DÜNYAMIZ adlı bir kitap okumuştum ve okyanusun tarifi içimi merakla doldurmuştu. Denize dokunmak ve gürüldeyen sesini duymak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Sonunda dileklerim kabul oldu. Mayomu giyer giymez sıcak kumlarda koşup kendimi soğuk sulara attım. Su vücudumu sardığında içim neşeyle doldu. Dalgalar sanki benimle oynuyor, beni bir yandan diğer yana savuruyordu. Ağzıma tuzlu su dolunca çok korktum. O panik anında bile düşündüğüm şey “Suya tuzu kim attı? oldu. Tecrübesizliğimden kaynaklanan ilk şoku atlatınca, bir kayanın üzerine oturmanın ve dalgaların sesini dinlemenin çok güzel birşey olduğuna karar verdim. Deniz kıyısında olmaya doyamıyordum. Taze, katkısız, özgür deniz havası, sakin, dingin bir düşünce gibi idi.”

            “Taşların arasından zıplayarak, neşeyle gülerek akan üç akarsu vardı. Günbatımında topraktan yükselen serin nefis kokuyu içimize doldurmak en büyük zevkimizdi.”

            “Bir keresinde donmuş gölleri ve uçsuz bucaksız karlı ovaları olan New England’ı ziyaret ettim. İşte o zamana kadar bilmediğim bir hazineyi keşfettim: KAR… Esrarengiz bir elin ağaçlardaki ve çalılardaki bütün yaprakları temizlediğini keşfettiğimde hayrete kapılmıştım. Kuşlar uçup gitmiş ve çıplak dallardaki kuş yuvalarını kar doldurmuştu. Yeryüzü bu buzdan dokunuşla dilsizleşmiş ve ağaçların köklerindeki hayat, toprağın altındaki karanlığa saklanıp derin vir uykuya dalmıştı.”

Helen, öğrenmenin hazzı ve mutluluğu yanısıra, bu öğrendiklerini başkalarıyla da paylaşmak istiyordu. Ama sesleri duyamadığı için konuşmayı da öğrenememişti. Bunun sıkıntısını çekiyor ve konuşmak, paylaşmak istiyordu. Ama nasıl? Yüce Yaratan, çok geçmeden istediği yardımı gönderdi…“1890 yılının ilkbaharında konuşmayı öğrendim. Anlaşılabilir sesler çıkarmayı her zaman başarıyordum. Sesleri çıkarırken elimi  boğazıma ya da dudaklarımın üzerine koyar, titreşimleri hissetmeye çalışırdım. Şarkı söyleyenlerin de boğazına ya da çalmakta olan piyanonun üzerine ellerimi koyardım. Uzun süredir çevremdeki insanların birbirleriyle anlaşabilmek için benden değişik bir yöntem kullandıklarının farkındaydım; dahası sağır çocukların konuşmayı öğrenebileceklerini de biliyordum. İnsanlarla anlaşma yöntemimden hoşnut değildim. Elle yazılan alfabeye muhtaç olan birisinin kendini anlatabilmesi zordu. Ben dudaklarımı ve sesimi kullanmak istiyordum. Ragngild  Kaata’nın hikâyesini duymam, bu büyük engeli aşmama yardımcı oldu. 1890 yılında Laura Bridgman’a da öğretmenlik yapmış olan Bayan Lamson, Norveç ve İsveç’e yaptığı yolculuğun dönüşünde beni görmeye geldi. Bana, konuşmayı öğrenen sağır ve kör  bir kız olan Norveçli Ragngild Kaata’yı anlattı. Demek ki ben de konuşmayı öğrenebilirdim. Öğretmenim beni Horace Mann Okulu’nun müdürü Bayan Sarah Fuller’a götürene kadar onu rahat bırakmadım. Bu tatlı ve yumuşak huylu hanım bana konuşmayı öğretmeye gönüllü oldu ve 1890 yılının mart ayında derslere başladık.

            Bayan Fuller’ın yöntemi şöyleydi: Ses çıkardığı zaman elimi yavaşça yüzünde dolaştırarak dilinin ve dudaklarının aldığı şekli bana gösteriyordu. Her yaptığını tekrarlamaya o kadar hevesliydim ki, bir saat içinde altı ses öğrendim. M,P,A,S,T,I…. Bayan Fuller bana toplam onbir ders verdi. İlk cümlemi telaffuz ettiğimde yaşadığım şaşkınlık ve mutluluğu asla unutamam: ”Hava sıcak” (it is warm)… Kekeleyerek ve kırık dökük konuştuğum doğruydu ama çıkardığım sesler insan sesiydi. Ruhum, içine kıstırıldığı kutudan çıkıyor ve yeni bir güç kazanıyordu. Başkasının tercümasine gerek kalmadan konuşabilmek bana verilmiş en büyük hediye idi. Bu mutluluğu, ancak benim gibi sağır olan biri anlayabilir.

            Ancak, bu kadar kısa bir zamanda konuşmayı tamamiyle öğrendiğim sanılmasın; konuşmanın yalnızca temelini öğrenmiştim. Bayan Fuller ve Bayan Sullivan beni anlayabiliyorlardı ama diğerleri, söylediğim yüz kelimeden belki de birini anlayabiliyordu. Temeli öğrendikten sonra, ancak Bayan Sullivan’ın zekâsı, yorulmak bilmez inadı ve fedakârlığı sayesinde normal konuşmayı, gücümün yettiğince başardım.

            Yaşadığım sıradışı güçlükleri, ancak sağırlara öğretmenlik yapmış olanlar anlayabilirler. Öğretmenimin dudaklarını okurken tek aracım parmaklarımdı. Gırtlak titreşimlerini ancak dokunma duyumla algılayabiliyordum ve dokunmak çoğunlukla yetersiz kalıyordu. Böyle durumlarda cümleleri ya da sözcükleri saatlerce tekrarlamak zorunda kalıyordum. Tekrar, tekrar, tekrar… Sık sık hayal kırıklığı ve yorgunluğa yeniliyordum ama eve döndüğümde sevdiklerime başardıklarımı gösterebileceğimi düşündüğümde yeniden şevkle çalışmaya başlıyordum.”

1893 yılı geldiğinde, Yunan, Roma ve Birleşik Devletler Tarihi’ni okumuş, La Fontain’den okuyabilecek kadar Fransızca öğrenmişti. O yıl Latince de öğrenmeye başladı ve kısa zamanda Caesar’ın “Galler Savaşı” kitabını okuyup anlayabilir hale geldi. 1894 yılında New York’daki Wright-Humason Sağırlar Okulu’na gitmesi kararlaştırıldı. Bu okulun seçilme nedeni, dudak okumayı çok iyi öğretmesiydi. Okulda kaldığı iki yıl boyunca Matematik, Coğrafya, Fransızca ve Almanca öğrendi.

Henüz küçük bir kızken arkadaşlarına, birgün mutlaka üniversiteye gideceğini söylemişti. Üniversiteye gitmek en büyük dileğiydi ve onu seven dostları, normal bir üniversitede gören ve duyan arkadaşlarıyla yarışmanın Helen’i üzebileceğini düşündükleri için, bu isteği daha da güçlenmişti. Uzun, yoğun çalışmalardan sonra 1900 yılının sonbaharında hayali gerçekleşti ve üniversiteye kabul edildi. Okumaktan büyük zevk alıyordu. Kitaplar hakkında şöyle söylüyordu: “Kitaplar benim için sadece mutluluk verdikleri için değil, aynı zamanda bana başkalarının duyduklarını ve gördüklerini, onların kulakları ve gözleri ile anlattıkları için de çok önemlidir.”

Gören ve duyan bir insan, karşısındakini tanımak için birtakım kriterler geliştirir. Davranışları, ses tonu, beden diline dikkat ederek kabaca bir fikir edinilebilir. Peki görme ve duyma yetisi olmayan biri ne yapar? Bunu Helen Keller çok güzel ve etkileyici bir yöntemle çözümlüyordu:  Tanıştığım kişilerin elleri benim için birer karakter aynasıdır. Bazı eller küstahtır, bazıları mutsuz; onların soğuk parmaklarına dokunduğunuzda, kuzey fırtınalarına dokunmuş gibi olursunuz. Bazı eller, içlerinde güneş ışıkları saklar. El sıkmaları kalbinizi ısıtır.Bazan da sizi seven saf bir çocuk eli elinize asılır. Bu elde, seven birinin gözlerinde gördüğünüz muhabbeti duyar, hissedersiniz. Bir dostun samimi el sıkması, bir zarif mektup kadar etkilidir bence..   

Her insan gibi onun da sıkıntılı dönemleri oluyordu. Ama o tutunacağı çok sağlam bir dal yakalamıştı: “Zaman zaman karanlığın beni bir sis gibi sarmalayıp yalnızlığa ittiği anlar olmuyor değil. Sisin gerisinde ışık, müzik ve insanlar var ve benim içeri girmeme izin yok. Kader, sessizlik ve acıma duygularından oluşmuş bir kafesim var. Sözcükler dilimin ucuna kadar geliyor ve sonra kalbimdeki dökülmemiş yaşların arasında kayboluyor. Sessizlik ruhumun üzerinde oturuyor. Sonra umut, bir gülümseyişle ortaya çıkıp bana şöyle fısıldıyor: “Neşenin kaynağı, kendini unutmaktır. Başkalarına yardım et!” Başkalarının gözlerindeki ışık benim güneşim, kulaklarındaki müzik senfonim ve dudaklarındaki gülümseme mutluluğum oluyor”.Bayan Keller, başkalarına yardım etmenin büyük bir mutluluk verdiğini öğrenir öğrenmez bütün hayatı boyunca bunu yaptı

Helen Keller, yaşamı boyunca görme ve duyma noksanığının kendisine bir engel teşkil etmesine kesinlikle izin vermedi ve hayatı dolu dolu yaşayarak herkese örnek oldu:  “Umarım okurlarım, tek zevkimin okumak olduğu gibi yanlış bir düşünceye kapılmamışlardır. Yapmaktan hoşlandığım ve beni mutlu eden şeyler çok çeşitlidir. Açık havayı ve açık hava sporlarını çok severim. Henüz küçük bir kızken yüzmeyi ve kürek çekmeyi öğrendim. İnsanın ancak duyma ve görme yoluyla çevresini algılayabileceğine inananlar, benim kırlarda ya da şehirde yürümek arasında ne fark bulduğumu merak ediyorlar. Unuttukları şey, bedenimin canlı olduğu… Şehirlerin dinmek bilmeyen hareketliliği, yüzümdeki sinirlere ulaşıyor ve ben  görmesem  bile  o rezonansı hissediyorum. Şehir dışında kişi, yalnızca doğanın ince işlerini hissediyor. Ayaklarımın altında baharın yumuşak toprağını hissetmek, çimenlerle kaplı patikaların sonundaki akarsularda parmaklarımı yıkamak ve çimenlerde yuvarlanmak ne güzel bir duygudur…

             Yağmurlu günlerde eve hapis olduğumda, zamanımı diğer kızların yaptığı şeyleri yaparak geçiriyorum. Örgü örmekten ve tığ işi yapmaktan çok hoşlanıyorum. Ya kitap okuyorum ya da bir arkadaşla satranç oynuyorum. Eğer hepten yalnızsam o zaman da  iskambil falı açıyorum.

            Müzeler ve sanat galerileri de her zaman için mutluluk kaynağımdır. Doğal olarak görme yeteneği olmayan birinin soğuk mermere dokunarak hareket, duygu ve güzelliği anlaması bazılarınıza garip gelebilir; oysa ben sanat eserlerine dokunarak, bundan sonsuz bir zevk alabiliyorum. Parmaklarım kıvrımların arasında dolaştıkça sanatçının düşüncelerini ve duygularını algılayabiliyorum. Tanrı heykellerinin yüzlerindeki nefreti, cesareti ve sevgiyi aynen dokunmama izin verilen canlı yüzlerde algıladığım gibi algılayabiliyorum. Kimi zaman, acaba eller bir heykelin güzelliğini hissedebilmek için gözlerden daha mı etkili diye düşünüyorum. Sanırım çizgilerin ve kıvrımların ritmik dökülüşü ellerle daha fazla hissedilebilir”.

            Helen Keller, hayatını dolu dolu yaşadı. Kendisi gibi ışıktan ve sesten yoksun  insanlara örnek oldu, hizmet etti. Bunu, dünyanın hemen herbir köşesinde yaptığı konuşmalar, yazdığı sayısız makaleler, birbirinden değerli ve yararlı onbir kitapla ve de çeşitli organizasyonlarda görev alarak başardı. O hepimize “Yaşama sımsıkı sarılmak için daha ne bekliyorsunuz?” diyordu. Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizlerle dolu olan bir dünyada Helen Keller gören bir kör, duyan bir sağır, kendini ifade edebilen bir dilsiz ve herşeyin ötesinde yaşamı sanat haline getirmiş olağanüstü bir VİRTÜÖZdür.*


* Helen Keller’in yaşamı ile ilgili bilgiler, kendi yazdığı “Hayatımın Hikâyesi”(The Story of My Life) kitabından alınmıştır.